28 Kasım 2013 Perşembe

Evlilik Kabusu

İlkokuldan beri tanıdığım bir kız arkadaşım var. Dönem dönem aylarca görüşmedikse de, şu sıralar, özellikle evliliğin kaçınılmaz olacağını hissettiğimiz ve erkek arkadaşlarımızın dışında kalan hayata tutunma çabamızın da etkisiyle, epey sık görüşür olduk. Dedikodular, ortaokul ve lise yılları, eski ilişkiler, minik flörtler sohbet konumuz genelde, kısacası "evlilik" denen şeyle birlikte elimizden alınacak tüm eğlenceler, birer hatıra olarak kalacak her şey... Hoş şu an da anıdan ibaretler ama olsun, her an tekrar yaşanma ihtimalleri var. Tabi ki o ergen heyecanlarımız geri gelmez de, yeni ilişki heyecanı olarak yaşanma ihtimali olan şeyler. Ama o imzayı attın mı her şey daha zor.
Uzun ilişki sırasında da "ayrılık" korkulu rüyadır, evet. Bazen düşünürsün, daha mı iyi olur diye, sonra kendinde o enerjiyi bulamazsın, o cesaret, o yürek nerde... Çift olarak gittiğin yerler, kafana esti mi kapısını çalacak birinin orda olması, seni anlaması, sarması, bunlar vazgeçilmez olmuştur artık hayatında, bırakıp gidemezsin. Ben ki zaten terk etmede en başarısızım, ortada geçerli bir sebep yokken nasıl terk edeyim? Ama o evlilik denen şey yok mu, o daha fena. İmzayı attıktan sonra "hislerim değişti", "aşık değilim" gibi ıvır zıvır sebeplerle ayrılmak ihtimalin yok, dolayısıyla başka birine ilgi duyma lüksün yok. Elinde o yaşa kadar yaşadığın sevimli anılarından fazlasının olma ihtimali yok. Sonuçta artık sadece birlikte olduğun erkeğe karşı sorumlu değilsin, ailene karşı sorumlusun ilişkinden, onun ailesine karşı sorumlusun, korkunç!
Artık erkekler evliliğe daha meyilli, düzenli hayat, temizlik, yeme-içme benzeri işleri düzene koyacak bir kadın, erkeklerin gözüne çekici geliyor, özellikle de yalnız yaşayan erkeklerin. Fakat kadınlar, özellikle de yalnız yaşayan kadınlar, evliliğe daha mesafeli. Zaten kendi ayakları üzerinde durabildiği bir hayatı var, o hayatın kontrolünü başkasıyla paylaşmak istemiyor, daha fazla sorumluluk istemiyor, kendi sorumluluğu yetiyor.
Oysa ben hep genç yaşta evlenmek isterdim ergenken, sevdiğim adamla aynı evde yaşamak, e malumunuz Türkiye şartlarında evlenmeden mümkün değil pek, hele ki aileniz de aynı şehirdeyse... Büyüdükçe bu fikirden uzaklaştım, cazibesini yitirdi. Kadınlar işte, pohpohlanmayı seviyoruz. Flört etmek hayat enerjimiz resmen! Birileri iltifat etsin, ilgi göstersin, görüntümüze değil sadece, zekamıza, tarzımıza, sohbetimize... İltifatlara bayılıyoruz ve haliyle de iltifatları sınırlayacak bir yüzük takma fikri cazip gelmiyor. İnsanların size olan tavrı ilişkiniz olduğunu bilmiyorken, ilişkiniz olduğunu öğrendiğinde, ilişkinizin uzun soluklu olduğunu öğrendiğinde, birlikte olduğunuz insanla yüz yüze geldiğinde, adım adım değişiyor. Samimiyet mesafeye dönüşüyor, sohbetlerin eski eğlencesi kalmıyor, kakara kikiri yok, bir de ilişkinizin adının evlilik olduğunu düşünsenize ne kadar sıkıcı sosyal ilişkiler bekliyor sizi! Eskiden karşı cinsle eğlenebilirdim, bunda sakınca görmezdim, şimdi eğlenemediğim gibi eğlenince kendimi suçlu hissediyorum. Halbuki ortada arkadaşlık sınırlarını zorlayacak hiçbir şey yok. Sadece benim suçlu hissetmem de değil olay, karşımdaki de özel hayatımı öğrenecek kadar benle konuşunca, "başkasının müstakbel gelini" gözüyle bakmaya başladıkça uzaklaşıyor, bu durumda haliyle "Hmmm, demek niyeti başkaydı, arkadaşlık değil" diye düşünüp eski gülüşmeleri bir kenara bırakıyorsunuz siz de. Öğrencilik yıllarını aşmış bir insan için bir kaç yıllık ilişkisinin olması bu mesafe koymalar için yeterli. Şimdiden sosyal hayat böyle sıkıcı hal almışken evlilik fikri nasıl çekici gelebilir ki.
Biz de işte tutunduk anılarımıza, tutunduk bakışmalara, kalp çarpıntılarına, gözyaşlarına, onlarla eğleniyoruz, minik flörtler bile haram olmuş artık yaş 30'a yaklaştıkça!

Ben Kimim?

Hayal edecek hevesim var, ama cesaret edecek gücüm yok. Risk almaktan bu kadar uzak olup da yüzsüzce hayatımı değiştirmek isteyişim ne kadar acınası. Halbuki sahip olduklarım bu ülkede pek çok kadının arayıp bulamadığı güzellikteler. İşim var, kazandığım para kendi kendime büyük şehirde ayakta durmamı sağlayacak miktarda, çalışma şartlarım şu an için gayet iyi. Uyumlu, sorumluluk sahibi, iyi niyetli, beni seven ve saygı duyan -en azından ben böyle hissediyorum-, düzgün bir işi ve kariyeri olan, hoş bir erkekle uzun ve huzurlu sayılabilecek bir ilişkim var. Görüntü olarak ortalamanın üstü sayılabilecek bir kadın olduğuma inanıyorum, ki önemli olan da benim inanmam bunu birinin onamasına gerek yok. Evet biraz psikolojik problemlerim olabilir, inişli çıkışlı hislerim, hislerimi belli eden abartılı tavırlarım, soğuk kanlı yaklaşamayışım gibi, ama bunun dışında iyi bir hayatım var.
Yine de bazen öyle anlar geliyor ki bırakıp kaçmak istiyorum. Bunu yapacak cesaretim yok, ama içimde hevesim var, bu heves beni mutsuz eden belki de. İnsan yapamayacağı şeylere heves de etmemeli... Her şeyi baştan yaşamak istiyorum, tüm tercihlerimden vazgeçip, başa sarmak. Tabi ki tüm bunları ilişkim için istiyorum, ama ondan vazgeçme riskini göze alamıyorum, çünkü çok iyi. İçimde yeni heyecanlara duyulan bir açlık, sürekli beni baştan çıkarmaya hazır... Kafamdan atamadığım 'bunu şimdi yapmazsam pişman olur muyum' sorusu, çünkü yapmayıp pişman olduklarım var...
Lisede aşık olduğum çocukla yatmadığıma pişmanım mesela... Açık ve net olarak yatmadığıma pişmanım, o yüzden gidip de daha yumuşak, üstü kapalı kelimeler seçecek değilim. Sevişmediğime pişman değilim, çünkü seviştim, birlikte olmadığıma pişman değilim, çünkü isteğimden kısa sürdüyse de birlikteydik, yatmadığıma pişmanım çünkü yatmadım! Bir daha hiç o hisleri yaşamadım, ama henüz 17 yaşındayken cesaret edip de sevişmenin sonunu getiremedim. Bunda başka faktörlerin de etkisi vardı tabi, ilişkinin biteceğine kesin gözüyle bakmam, karşımdaki erkeğin konuya olanca ergenliği ile yaklaşması, "ayrı dünyaların insanlarıyız" şeklindeki arabesk bakış açım. Sonuç? Keşke yaşasaydım! İnsanlar hatalarından mı daha çok pişmanlık duyarlar acaba, yoksa hata yapma riskini göze alamadıklarından mı? Üzerinden 10 yıl geçti ve ben ilk kez itiraf ediyorum kendime yaşamadığıma pişman olduğumu. Bu zamana kadar kendimi bile kandırdım, hep doğru olanı yaptığıma, yaşımın gerçekten erken, küçük olduğuna inandırdım. Şimdi bakıyorum da en kötü ihtimalle ne olurdu diye, ondan sonraki bazı ilişkilerimde karşımdaki erkekler beni aşağılamaya çalışabilirdi. Ne kaybederdim? Zaten o kafa yapısında insanlarla ne işim olurdu? Ailemin haberi olsaydı çok şey kaybederdim, güven kaybederdim, belki geleceğimi, mesleğimi, eğitimimi kaybederdim güven duyulmayan bir çocuk olarak. Ama aileme yansımadıkça kaybedecek bir şeyim yoktu aslında. Onu kaybetmezdim, en azından ilişkimizin en güzel olduğu noktada kaybetmezdim, sonrasında tabi ki biterdi ama. Tabi benim için ilişkimizin en güzel olduğu noktaydı, onla ilgili pek bir fikrim yok.
Düşünüyorum, yaşamadığım başka nelere pişman oldum, pişmanlıklarımın çoğunun ilişkilerimle ilgili olduğunu fark ediyorum. Üniversite hayatımı uzun ilişkilerle tükettiğime pişmanım. Her çiçekten bal alsaydım pişmanlığı değil tabi ki bu, öyle hovarda bir kişiliğim yok yahu :) Pişmanlığım kendimle kalmadığıma, kendime zaman ayırmadığıma, ilişki yürütme çabası içinde kendimden gereksiz fedakarlıklar yaptığıma... İnsan ilişki içindeyken bunları göremiyor, değer zannediyorsun, halbuki değecekse zaten sana engel olmaz, uç noktada kararlar değilse vereceğin, kendi kararlarını verebilmelisin ilişki içinde de. Bahsettiğim fedakarlık değil aslında saçmalık yani, 'oraya gitme, bunla görüşme, dans kursu mu bensiz mi asla!' şeklinde saçmalıklar. Erkeğiniz sizi asosyalliğe itmemeli, 'benim olmadığım ortamlarda sosyalleşme!' kafasında olmamalı. Onun dışında tabi ki hayatınızda biri varsa ve gelecekle ilgili karar verilmeliyse birlikte hareket edilmeli, o durumda bağımsız hareket etmekse içinizden gelen, ilişkiniz çoktan bitmiş demektir.
Bu toplumun kadınları yaşamadıklarının pişmanlığını duyuyor 2000'li yıllarda, sadece ben değilim pişman olan. Çünkü arada kalmış bir nesiliz. Arada kalmış ve mutlu olamayan bir nesil... Annelerimiz, babalarımız bizi 'evlenmeden olmaz' kafasıyla yetiştirdi. Evlenmeden olmaz tamam, siz de hayatınızı bu şekilde yaşamak istiyorsanız sorun yok. Bu sefer de şu var: 'Elalem ne der?'. Elalem ne der söyleyeyim, elalem uzanamadığı ciğere mundar der! Kendi cesaret edemediği ama aslında yapmak istedikleri kötüdür, içi gider yaşayanı görünce, merak eder, tatmak ister, yemezse de 'tü kaka' der. Elalaem biziz çünkü ve insanın doğası böyle. Bir taraftan bu iki sınır içinde büyütüldük, diğer taraftan yaşadığımız ortamlar bizi büyüten nesilden farklıydı. Daha açıktık, daha rahattık, etkileşim fazlaydı, onlara nazaran daha çok gördük dünyayı, kendi kabuğumuzun dışında hayat olduğunu, başka toplumları... Kitaplar okuduk, filmler diziler izledik, belki gittik gördük. Sonuç: Arada kaldık! Mutsuz olduk! Elimizdekiler bize yetmedi, fazlasını istedik, ama istediğimize uzanmaya cesaret edemedik...
Erkekler için durum farklıydı tabi, onlar için evlenmeden olmaz da yoktu, elalem bir şey de demezdi. Bu sefer onlar da elaleme katıldı, "kezban" olduk, kezban olmaktan kaçarken "kaşar" olduk.
Tabi istisnalar var. Kadınları kategorize etmeyen erkekler var mesela. Sonra arada kalmayan kadınlar, elindekiyle yetinip mutlu olanlar ya da yetinmeyip, cesur davranıp, istediklerini alanlar var. Elindekiyle yetinenler genelde küçük bir dünyada yaşayanlar. Bu söylediklerim asla bir hor görme değil, sadece 'onların yaşam koşulları bizimki gibi olsaydı onlar da arada kalırdı'yı vurgulamak için söylüyorum. İnsan görmediğini bilmez, onların gördüğü 'okulun bittiği yerde evlilik başlar' olduğu için, baba evinden koca evine direkt geçiş olduğu için fazlasını isteme lüksleri de pek yok zaten. Sonra elalem ve onun yargılamalarından uzak büyümüş ortanın üstü bir kısım var, onlar zaten özgüveni, cesareti tam kadınlar ve istediklerini almaya daha yakınlar.
Bir de biz varız, nispeten iyi eğitim almış, gözü açılmış, ama 50 yıl öncenin kafasıyla büyütülmüş, yetiştiği 'ahlak' ile mantığı arasında sıkışıp kalmış kadınlar. Dışardan bakın, isyankardırlar, kadın hakları savunucusu kesilirler, kadınlıklarına laf etmezler, içine girince bir erkeğin güvenli kollarını terk edecek cesaretleri bile yoktur aslında, bırakın kadın haklarını savunmayı... İşte ben buyum!

Zor Kadınlar

Kadınlar zoru sever, 
Uğruna mücadele eder,
Kavgaların sonunda barışmaları sever...
Savaşıp kazandığını sever,
Önüne serilmiş olanı değil.
Ne kadar kolay elde ederse
O kadar kolay vazgeçer.

Anaçlık işte ruhumuzda var, bir şeyleri bozuk alıp düzeltmek, hamuru şekillendirmek, parçaları birleştirmek, elimizdekilerden yenisini üretmek, bunlar bizim doğamızda var. Hayatımıza giren erkekleri değiştirmeye, onlara var olmayan özellikler eklemeye çabalamamız bundan belki... Acı çeken, incinmiş, bunu örtbas etmeye çalışan erkeklere zaafımız bundan belki... Onları bağrımıza basma isteğimiz, iyileştirme isteğimiz, kötü olanın içindeki iyiliği keşfetme isteğimiz çocuk yetiştirme güdülerimizden geliyor belki...
İster kabul etsin ister etmesin, çoğu kadının ilk aşkı acıklıdır. Hiçbirimiz gidip de okulun düzgün, dürüst, efendi çocuğuna aşık olmamışızdır, olduksa da o kesin başkasına aşıktır... Genelde kötü çocuklardır ilk aşklar, değer vermeyen, acıtanlar... Hak ettiğimizi bize sunandan çok, onu zorla almaya çalıştıklarımız kıymetlidir bize. Olan da bu iyi kalpli çocuklara olur. Biz kendi yarattığımız aşk acısında kaybolurken yok yere onlar da sürükleniverir işte.
Sonra ergenlik geçer, bu kadınlar büyür, içlerinde bir boşluk, en mükemmel giden ilişkilerinde bile dönem dönem bu boşluk olur az ya da çok. Bunu karşıdakine hissettirmediyse sorun yok, sürekli bir boşluk değildir çünkü bu, dedim ya dönem dönem, gelir gider. Kimisi bu boşluğa kendini kaptırıp elindekini mahveder, yine olan iyi çocuğa olur, kimisi bu boşluğu görmezden gelmeyi öğrenir, kimi de kapatmayı. O boşluğu kapatmayı bilmiyorum, ama biliyorum ki hayatımı altüst de etsem o boşluğu dolduracak olanı bulmak mümkün değil. Daha da kötüsü, boşluğu derinleştirmek, göz ardı edilmeyecek kadar derinleştirmek... O zaman onla yaşamak daha da zor.
Ne yazık ki hayatta ruh ikizi diye bir halt yok. Yazık ki "doğru insan" sandıklarımız, genelde bizi doğru insan olarak görmeyenlerdir. Zoru elde etmeye çalışırken var olanları mahvetmekte, bozuğu düzeltmeye uğraşırken çalışanı bozmakta, parçaları birleştireyim derken daha da ufalamakta üstümüze yok.
Anlaşılmaz olduğumuzu düşünenler haksız mı? Biz bile kendimizi anlayamazken onlar bizi nasıl anlasın? Biz kendimizi tanıyamazken onlar nasıl tanısın? Şahsen ben, aklımı başıma topladığım yaşları lise çağları olarak sayarsam, gerçi öyle de değil ama, yaklaşık bir on yıldır kendimi tanımaya, hayattan beklentilerimi öğrenmeye, ihtiyaçlarımı tanımlamaya çalışıyorum. Sonuç mu? Hmmm, kafa karışıklığı, yani kendimi tanımakta pek başarılı değilim. Hal böyleyken hayatımda üç beş aydır olan bir yabancının, haydi abartalım üç beş yıl olsun, yine de beni tanımasını nasıl beklerim ki? Ben ki doğduğumdan beri kendimleyim ve buna rağmen on yıldır yapamadıklarımı onun yapmasını nasıl beklerim ki...
Bunu yapan birini bulduğunuzu iddia ediyorsanız, sakın ha elinizden kaçırmayın! Çünkü onun doğaüstü güçleri var demektir :)

Zamanlama

Öyle bir yaştayım ki, bazı şeyler için geç kalmış, bazıları içinse erken...
Evlenmek mesela, daha çok erken... Evet işim var, para kazanıyorum, ilişkim de var belki, belki de uzun bir ilişki, ama yetmez ki bunlar evliliğe. Şimdi sadece ilişki içinde bulunduğum, sevdiğim adama karşı sorumluyum, ama ya evlilikte? Kendi aileme karşı sorumluyum, onun ailesine karşı sorumluyum, üstüne bir de toleranslı olmak gerek hepsine karşı. Ailenle zaten yıllardır idare ediyorsun karşılıklı, sorun yok; sevdiğin adamı her zaman tolere edebilirsin o da seni, sorun yok; ama ailesini ya da o senin aileni...
Evlenmenin ailelerin de evlenmesi olduğu fikrine asla katılmıyorum, evlenmek iki kişinin bir ömrü birlikte geçirebileceğine inanmasıdır sadece. Ama yine de hazır olmak gerek, sırf sevdiğin adam için belki onun pek de hoşlanmadığın kız kardeşine ve kaprislerine katlanmak durumunda kalabilirsin mesela. Çok da hoşlanmadığın annesi belki sürekli sana akıl verebilir ve bu durumu kırıcı olmadan savuşturmayı öğrenmelisindir belki... Bunlara daha küçüğüm, hayatımı geçireceğim kişiye karar versem de, sırf bu sorumluluğa hazır olmadığı için daha küçüğüm...
Diğer taraftansa geç kaldım çekip gitmeye, başımı alıp yeni bir ülkede yeni bir başlangıç yapmaya geç kaldım. Yeni heyecanlar için geç, kız kıza bir tatile gidip, burda yaşanan burda kalır diyecek kadar özgür olmak için geç kaldım. Zamanında bunları yapamazdım o da ayrı ama, yapmak istediğimde de geç kaldım işte. Yurt dışına giden arkadaşlarım var, bu yaşlarda gidince genelde adaptasyon daha uzun, en güzeli üniversite yıllarında gitmek, mezun olunca zor, mezuniyetin üstünden zaman geçtiyse daha da zor. Böyle köklü değişiklikler içinse yaşlıyım işte.
Aklıma bunları düşününce ergenliğimin başlangıç zamanları geliyor. Alkol almak için küçüksün, arkadaşlarınla rahatça gezip tozmak için küçüksün, karar almak için küçüksün, sözünü ailene dinletebilmek için küçüksün, benim de fikirlerim var demek için yine küçüksün... Ama odan dağınıksa "eşşek" kadar oldun, sorumluluk alman gerekirse eşşek kadar, bir işi kendin halletmen gerekir ama sen buna çekiniyorsan, yapamamaktan korkuyorsan yine eşşek kadar oldun...
Hep böyle işte demek ki, yaş kaç olursa olsun, ya fazla büyüksün ya fazla küçük, daha doğrusu bu benim gibi zamanında doğru şeyleri yapmayan, fırsatları kaçıranlar için, cesur davranamayanlar için geçerli. Ama öyle sanıyorum ki çoğunluk, en azından bizim toplumumuzda, benim gibi, ya geç kalmışız ya daha erken, çoğu adım için doğru zamanı yakalayamıyoruz.

Erkekler Aynaya Bakmaz

Tanrım bu kadar mı vasat durumdayım! Tamam kendimi çok güzel bir hatun olarak tanımlarsam, güzellere ayıp olur, ama ortalamanın üstü sayılırım yine de. Amma ve lakin, gelip gidip de bana yazan tipler ya yer cücesi, ya suratları mısır patlağı gibi sivilceden geçilmiyor, eciş bücüş...
Evet insanları dış görünüşe göre yargılamak doğru değil ama, gidip de hiç tanımadığın bir kızla konuşacaksan önce aynaya bak! Kendin bak ama, eşin dostun söylediğine aldırma.
Bu erkeklerin özgüven olayını anlamıyorum. Hiçbir kadın tanımıyorum ki kendisi hoş olmadığı halde yakışıklı çocuklara karşı bu kadar rahat olsun, tam tersi çok hoş olduğu halde vasat erkeklerle birlikte bir çoğu. Ama erkekler, ah o erkekler... Sanırsın kendisi bir Yunan tanrısı, gidip de okulunun, bölümünün en güzel hatunlarına yazar da yazar, reddedilmekle de uslanmaz. Halbuki biz kadınlar bir kez geri çevrildik mi özgüvenimizi tekrar toplamamız belki de yıllar alır, karşıdaki adım atmadan yaklaşamayız, gerçi ben öyle değilim ama genelimiz böyle.
Düşündüm taşındım, hiç gidip de yakışıklı sıfatını hak eden bir erkeğe yazmamışım, hep ortalama  tipler. Bana yazanlara gelirsek, hep vasat bile denemeyecek kadar çirkin erkekler. Orantılı bir vücudum var, yüzüm de kusursuz değil ama hoş, yani anlamıyorum ki ne cesaret? Yazmayı bırak adam gelip direkt konuşuyor, önce bir kesişirsin, bakarsın karşılık veriyor mu bir süre gözlemlersin falan, nasıl olur da çat diye gelip Orçun misali "öpüşelim mi" der gibi, o ses tonuyla "tanışalım mı" diyebiliyorsun, bu kadar mı reddedilmezsin ya da bu kadar mı alıştın reddedilmeye, söyle hangisi?
Benden erkeklere öneri, çok yakışıklı, kaslı olmanıza hiç gerek yok. Biraz elinize, yüzünüze, dişinize temiz olun, hoş kokun, yağlı saçlarla gezmeyin! Ağzı bozuk tavırlarınızı erkek erkeğe durumlara saklayın, karşınızdaki kız erkeksi bile olsa, erkek muhabbetinden hoşlanan bir kız bile olsa -ki ben böyleyim-  sevgilisinin küfürlü ve abazan sayılabilecek şekilde konuşmasını istemeyecektir. Hoşlandığınız kızla kanka muhabbetine girmeyin, mesafenizi koruyun, sakın ona ilişkilerinizden bahsetmeyin, onunkileri de kurcalamayın. Ola ki yarın öbür gün sevgili olursanız dert olur. Kendinize güvenmek demek yukarıda bahsettiğim durum değildir, kendinize güvenin ama aşırıya kaçmayın. İlginizi belli edin, karşıdan bir ışık görmeden hemen atlamayın. Muhabbetiniz yoksa bu ışık kesişmektir, varsa birinde ilk mesajı siz atıyorsanız birinde onun atmasıdır, birinde siz onu davet ettinizse sonrasında onun davet etmesidir, ya da davet ettiniz ama bir bahaneyle gelemedi mi, bunu telafi etmesidir o ışık.
Gidip konuşmadan önce parçaları birleştirin, ikinizin vasıflarını yan yana koyup bir karşılaştırın, öyle harekete geçin ve bunu yaparken lütfen objektif olun e mi... Ha diyorsanız ki tüm bunlara vaktim yok, yolda, barda, kafede gördüm, o zaman toplayın cesaretinizi, bol şans :)

Zamanı Geldi

Benden daha mı çok sever seni,
Daha mı sıkı sarar,
Daha mı güzel bakar gözlerine?
O yüzden mi, ne şanslı kadındır ki o
Ben seni rüyalarımda bile göremezken,
Fotoğraflarla yetinirken,
O bakabiliyor gözlerine?
O yüzden mi, ne şanslı kadındır ki o
Ben senin ellerinin sıcaklığını bile unutmaya yüz tutmuşken,
O dudaklarına sahip...
Daha da acı olan,
Ruhuna ve kalbine de sahip...

Sen gittin ve yağmur başladı...
Bir zaman sonra o yağmur o kadar benleydi ki
Yağmayı sürdürdüğünü bile unutmuşum.
Şimdilerde sağanak,
Şimdilerde sel,
Şimdilerde fırtına...
Ve ben en çok onu seviyorum,
En çok içimde fırtınalar koparışını özlemişim...
En çok yüreğimde çağladığın günleri,
Hayalimdeki sevişmelerimizi,
En çok öpüşlerini özlemişim...
Titreten bakışlarını,
En çok bu kalp atışlarını özlemişim...

Sen gittin ve yağmur başladı...
Hiç dinmedi o günden beri,
Dinmesin de...
Bana yağmurlar gerek,
Sessiz güneşli günler değil.
Bana hırçın sevişler gerek,
Dokunmaya kıyamayanlar değil.
Bana senin yoksunluğun gerek,
Ki varlığına erdiğimde
Fırtınalarda kaybol benimle...
Savrularak seviş
Gök gürlemeleri içinde...
Sadece şimşekler aydınlatsın bizi,
Kaybet beni karanlıkta,
Öyle kaybet ki
Korkudan titrerken geri bulduğunda,
Güneşten gözlerimiz kamaşsın...
Ve gökkuşağı...
Tüm o sağanaklara değer.

Sen gittin ve yağmur başladı...
Şimdi artık dön ki, şanslı kadın ben olayım
Zamanı çoktan geldi...

Bekliyorum...

Yıllar önceki bir hayalin gerçek olma ihtimali nedir? Yolları ayrılan iki kişiden gidenin değil de kalanın hayalidir ya bir gün yolların tekrar kesişmesi, ve tabi ki o gün öyle bir gündür ki giden gayet sıradan, kalansa mükemmeldir, her zamankinden daha güçlü, daha çekici, hatta karşı konulmazdır. Hayal bu ya...
Bu hayalleri sadece kadınlar mı kuruyor, erkeklerin de var mı böyle hayalleri? Komik evet ama, kopamıyorum ki ergenlik yıllarımdan. Hala öyle hayalci, öyle masum bir tarafım var. Mantık namına bir arpa boyu yol gidememişim, neyin doğru olduğunu, neyin benim görmek istediğim bir illüzyon olduğunu biliyorum, ama doğru olanı seçmek yerine, hayal dünyamda yarattıklarıma inanmak istiyorum. Sanırım ruhsal sorunların var! Kimin yok ki?
Acı çekiyorum, olmayan bir aşkın acısını, yıllar önce atlattığımı düşündüğüm bir acıyı... Elimden hiçbir şey de gelmiyor işin kötüsü, kendimi onu düşünmekten alıkoyamıyorum, ki görmeyeli yıllar oldu. Yıllardır aklımda yoktu, kendimi ellerimle bu acının içine ittim, şimdi çıkaramıyorum. Onu hayal etmekten kendimi alıkoyamıyorum. Evet, ben iflah olmaz bir romantiğim ve buna karşı koyamıyorum. Şu an onun için hayatımı altüst edebilirim, sahip olduğum, herkesin sahip olmak isteyeceği kadar düzgün bir ilişki var, sırf onun için elimdeki bu güzelliği mahvedebilirim. Hem de bunu öyle büyük bir keyifle yaparım ki, insanlar benim ya deli olduğumu ya da bu ilişkiyi bunca zaman zoraki sürdürdüğümü sanır... Halbuki çok da seviyorum hayatımdaki adamı, ama aşk? Orasını karıştırmayalım lütfen...
Neyse ki bunları yapmak için gerekli sebebi bana asla vermeyeceğini biliyorum. Ama bunu bilmek de içimi acıtıyor. Bir labirentte kısılıp kaldım, yolumu bulup gerçek hayata geri dönemiyorum. Bu labirenti kendi ellerimle yavaş yavaş yaptım hatta. Bile bile, sonucun bu olacağını bilerek yaptım. Kendimi bu kadar olsun tanıyorum çünkü, bu noktaya geleceğimi bilecek kadar tanıyorum. Asla sahip olamayacağın birini istemek, daha kötüsü ona dokunmanın nasıl bir şey olduğunu bilerek onu istemek çok acı ve bir o kadar da aptalca. O aptal benim! Aptallık benim kişiliğimde var evet! Beni belki de hiç sevmemiş birine aşık olacak kadar aptal olduğum yetmiyormuş gibi, yıllar sonra o aşkın hayaliyle kendi canımı yakıyorum. Dinlediğim her şarkıyı ona söylüyorum sanki...
Hadi beni bul, yıllar sonra tekrar gel hayatıma, mahvet beni...

Hayata Karşı Bir Kararsızlık Bendeki

Değişiklik yapmak cesaret ister, saçınızda bile...
Hiçbir zaman iyi bir terk eden olamadım. Ama çok iyi terk edilirim, acının dibine vurarak o ayrı... Hep korktum, ilişkimi bitirmek zor geldi. Bir noktadan sonra evli bir kadın gibiydim, ayrılık için elle tutulur sebepler aradım. Aldatılma, şiddet, hakaret ayrılık sebebi olabilir, ama artık heyecan duyamamak, öpüşlerin zorunlu bir eylem haline dönüşmesi, eski yoğun hislerin olmayışı ayrılık sebebi olamazdı. Pişman olmaktan korktum, öyle bir korku ki elimi kolumu bağlayan, felç eden... Bekledim, bir heyecan, bir başkasına duyulan ilgi, ama asıl istediğim o da değildi, istediğim, ihtiyacım olan şey yalnızlıktı. Yeni bir kalp çarpıntısı yaşayabilmem için bir süre kendimden başka bir bağlılığa ihtiyacım yoktu.
Ben ki aşk acısını severim, tutkuyu severim, hırçın ve sert duygusal geçişler beni ayakta tutan; huzurlu, sakin, dingin bir mutluluk nasıl bana göre olabilir ki? Onun ilişkimizden beklentisi huzurken, benim kavga gürültü umrumda bile değildi, tek beklediğim acıyı da sonrasında mutluluğu da uç noktalarda yaşamak... Orta yollar bana göre değil, ben tehlikeli yükseklikleri seviyordum. Gerçek hayatta ekstrem şeylerden ne kadar korkarsam, duygu dünyamda, ruhsal yanımda o kadar seviyorum uçurumlardan boşluğa yuvarlanıp dağılmayı, hiç olmayı. Duygusal bir mazoşisttim belki...
İlişki konusunu oluruna bırakıp, müdahale etmeden sürdürüyorum, terk edilmek için dua ettiğim zamanlar oluyordu, ama terk etmeye cesaretim hiçbir zaman yoktu. Gelelim hayatın geri kalanına...
Tam iş değiştirme arifesindeyim, bu iş değişikliği maddi bir değişiklik değil, daha ziyade pozisyon olarak bir değişiklik, gerçekten yaptığın işi değiştirmek yani. Hangisini yapmak daha kolay bilemedim, parasal bir değişiklik olsa, daha fazla para için aynı işi yapacak olsam, daha kolay olurdu sanırım karar vermek. Ama aşağı yukarı aynı maddi olanaklarla, deneyimlemek istediğim başka bir pozisyona geçiş benim şu an karar aşamasında olduğum. Üstümde büyük bir baskı hissediyorum. Ayrılmak istediğim insanlara karşı bir sorumluluk, duygusal bir bağın yanı sıra, görüşmekte olduğum, müstakbel patronum diyebileceğim kişiye karşı da bir an önce karar vermeliyim, oyalamamalıyım şeklinde bir baskı. Şu an birlikte çalıştığım insan bu pozisyonda önümün daha açık olduğunu söylese de, diğer taraf, sırf denemek istediğimden bile daha cazip geliyor.
Ben ki menüden yemek seçerken bile kararsızım, yol ayrımları hiç bana göre değil. Ama hayat almak zorunda olduğumuz kararlarla dolu ve benim de karar vermeyi bir şekilde öğrenme zamanım artık geldi!
Değişiklik yapmaya işimden başlayayım da, belki sonra arkası gelir, güvenli limanımı terk etme, bir süre yalnız kürek çekme cesaretini de kendimde bulurum belki bir ara...

Gülümseten Anılar

Lise anıları, paha biçilmez...
Mesela küpelerim vardı, uğur böcekli... Kız muhabbetleri işte bir çift küpeye isim vermiştik, biri ben diğeri o, o zamanki erkek arkadaşım. Ben bu küpeleri aynı kulağıma takardım arka arkaya, biri öbürünün peşinden gider, biri diğerine kıçını dönmüş olur, ya da kimi zaman yüz yüze olurlar işte, biz de buna eğlenir güleriz. Küpelerin şekline şemaline göre, hareketine göre, kim kimin peşinde yorumlar yapılır. Hatırlamıyorum ona bunu anlattım mı, yoksa kız muhabbeti olarak aramızda mı kaldı ama, o zamanlar epey eğlendirirdi bizi o küperler. Elbet bir gün kayboldular, onla aramızdakilerin kaybolduğu gibi :)
Hiç unutmam lisede ilişki denmeyecek kadar kısa bir olayım olmuştu. Çocuk beni ilk başbaşa kalışımızda tatlıcıya götürmesin mi! Kendimi Türk filmlerinde muhallebicide buluşan çiftlerden biri sanmıştım. Arkamızda da dört teyze oturmuş muhabbet ediyorlar, biz kikir kikir konuşuyoruz, haliyle teyzeler rahatsız oldu. E tabi gidersen "muhallebici" kılıklı yere olcağı bu, yaş ortalaması daha düşük yer mi yok koca şehirde. Teyzeler kızdı bize, sessiz olun diye, benimki atar yaptı bir de utanmadan. Hala bilmiyorum zaten hangi kafayla, nasıl bir boşluktaydım ki o çocuktan hoşlandığımı sandım, kötü ben işte sonra pat diye de bırakıverdim, hep bu yaptıklarımın acısı çıkıyor işte. Çocukcağzın en yakın arkadaşları bizim sınıftaydı, benden sonra sınıfa uğramaz oldu, iyi mi?
Bir de hala bilmiyoruz kim, telefon sapığımız vardı. Ne zaman en yakın arkadaşımla birlikte kalsak, ya o ya ben aranırdık, sessiz telefonlar gece boyu oyalardı bizi. Bir ses çıkarsa da kim olduğuna dair yorum yapabilsek diye, dakikalarca karşımda sadece "ı" tonlamalarıyla konuşan ya da hiç konuşmayan biriyle muhabbet ettiğimi bilirim. Birinde de arkadaşım bende kaldığında gecenin bir körü camdan çıkıp sigara içmiştik. Bizim ev giriş kat, arkadaşım bizde kalcağından salonda yatıyoruz, ortamda alkol var mıydı emin değilim, ama olmasa da o zaman bizim kafalar hep güzel zaten :) İşte gece yarısını geçmiş bir saatte, sigara içelim dedik ama evin kokmaması lazım, üstümüzde pijamalar, ayaklarda pofuduk terlikler çıktık camdan dışarı... Hiç mi akıl fikir vermemiş, neyin kafasındaysak kimbilir, hani gecenin o saati biri görse ne deriz? Kazasız belasız kikir kikir içtik sigaraları girdik içeri, o arada bir de kirpi gördük bahçede, kısa günün karı. Aynı gün mü başka zaman mıydı bilmiyorum ama, birinde de sabah annem salona girdi, 'Taa dün akşam üstü sigara içmiştim, cam da açıktı ama bak hala kokusu kalmış' diyerekten. Biz sessizce bakıştık bizimkiyle, zavallı annecik bilmez ki o koku ondan değil, geceden...
Hala arkadaşımla bir araya gelince lise anılarını deşeriz. Ya hayatlarımız çok monoton olduğundan, ikimiz de uzun ilişki kurbanı olduğumuzdan, atraksiyonlu anılarımız lisede kaldı, ya da gerçekten lise anıları unutulmuyor... Deştikçe unutulmaya yüz tutanlar gün yüzüne çıkıyor, içimde o eski heyecanlara olan bir özlem, bir kıpırtı, bir burukluk. O zamanlar derdim ki, aşkın acısı bile güzel! Hala öyle düşünüyorum, aşkın acısı bile güzel, ama aşık olmak için fazla büyüğüm artık, acısını bile çekemeyecek kadar...

Şişman Doğulmaz, Şişman Olunur!

Sevgili şişmanlar, baylar, bayanlar...
Bu mektubu size standard görünümdeki ve fazla 3-5kilodan yakınan insanlardan yazıyorum. Sözüm meclisten dışarı, lafım sağlık sorunlarından ötürü fazla kilosu olanlara değil, yemekten kendini alıkoyamayanlara, yanlış anlaşılmalara mahal vermeyelim.
Biliyorum ki fazlalıkları 15-20kilolarda seyreden sizler bizden nefret ediyorsunuz! Tamam nefret olmasın ama söz konusu tartının ibresi olunca hoşlanmadığınız kesin, biz de size pek hoş duygular beslemiyoruz, bizden birbirimize dost olmaz, ikimiz de farkındayız ha?
Öncelikle şunu artık anlayın, biz aç yaşamıyoruz! Ve daha önemlisi biz de yemek yemeyi seviyoruz, bizim de damak zevkimiz mevcut! Yiyorum yiyorum kilo almıyorum diye bir durum da yok, o insanlar genelde zayıf kategorisine girer, biz onlardan da değiliz. Hani şu bizim yakınıp sizin gıcık olduğunuz, vermek isteyip de hiç verilmeyen o 3-5 kilo var ya, her şeyin cevabı orda aslında. Bizim formumuzu korumamız tamamen o 3-5 kiloda saklı, biliyoruz ki o fazla kiloları aklımızdan çıkarırsak, ya da sizleri düşünüp 'Aman canııım ben de abartıyorum, altı üstü bi kaç kilo fazlalık' deyip geçsek, sonuç : vücut kitle endeksi > 25
Bizim motivasyonumuz o sizin lafını etmemize gıcık olduğunuz 3-5 kilo işte... Bizler de yemek yemeyi seviyoruz, çikolata deyince akan sular duruyor, gelsin kebaplar gitsin tereyağlı baklavalar... Ama kafamızdaki o sınır, o sınırı aşınca dur demeyi biliyoruz, dur ne yapıyorsun!
Yemek yemeyi, abur cuburu, alkolü seviyorum, dizi-film izleyip koca bir paket cips, üstüne kuruyemişler ve iki-üç birayı tüketip, şişmiş göbeğime korkuyla baktığım zamanlar hatrı sayılır oranda. Boyum ortalamanın altında, hiçbir zaman at gibi bir kadın olmak istemedim, ama tabi gönül isterdi bi 5cm daha olsun, yok işte napalım bu haliyle de seviyoruz, sevgili kucağına kıvrılıp sokulmanın da avantajları var... Basenim de selülitlerim de var evet, söyleyince siz şişmanlar 'hööö sen selülit görmemişsin bu kiloya ne selülitin olabilir' dese de, evet var! Ama seviyorum bedenimi, bazen o şikayetlendiğim ve asla veremediğim birkaç kilocuğu bile seviyorum, yuvarlak hatları onlara borçluyuz sonuçta...
Evet sevgili şişman arkadaşım, bana sinir olacağına kendi iradene sinir ol! Ben de bir gün şişman olabilirim, o zaman eğer ki sebep bir sağlık sorunu değilse, tüm bu yazdıklarım benim için de geçerli... Ya bedenini sev, ya da elinden geldiği kadar değiştir! Kadın da olsan erkek de olsan aynanın karşısına yarı çıplak geçip bedenine sevgi ve hayranlıkla bakabilmek gibisi yok...

Geçmişten Başlamalı

Her insanın aşk tanımı farklıdır. Benim için aşk O demek... Üstüne yaşadığım onca güzel zamandan sonra, onca sevgi dolu ilişkiden, paylaşılanlardan, kavgalar ve hırçınlıklardan, romantik anlardan, sevişmelerden ve öpüşmelerden, sarılıp uyumalardan sonra, bu yaşadıklarımın hiçbiri tam anlamıyla yaşanmamışken, bu kadar yıl sonra içimi titretebiliyorsa, evet benim için aşk hala O demekti.
Onu on yıldır tanımıyorum, onu on yıldır biliyorum sadece, varlığını biliyorum, ama çok az tanıyorum. Yaşanan kısa ilişkilerimiz sırasında heyecanımızdan başka bir paylaşımda bulunmadık belki, tüm paylaşımımız çocuksu heyecanımızdı, karşılıklı mıydı bu heyecan o da bilinmez ama benim paylaştığım sadece kalp atışlarımdı. Şu an, on yıl sonra aynı heyecanı duymak işte aşk, kalp atışlarımı susturmaya, yüzüme yayılan ateşi söndürmeye, terleyen avuçlarımı sıkarak kendimi sakinleştirmeye çalışarak ona doğru gitmek.
Hiçbir şey yaşanmayacağını bilerek, sırf gözlerine bakmak için, zihnime hoş bir anı bırakmak için yanına geliyorum. Çok tanıdık bir an benim için bu, dokuz yıl önce, yanlış anımsamıyorsam yine ocak ayı olmalı, ya da belki biraz daha bahara doğru şubat-mart, aynı fiziksel durumla; baş edemediğim, tüm vücudumu ele geçirmiş bir heyecanla, bu heyecanın yarattığı ürpertiyle sana doğru geliyordum. Farklı olan, o gelişimde içimde beklentilerim vardı. On yılda hiç büyümemiş gibi, aynı kontrolsüz hislerle ve aynı fiziksel tepkilerle şimdi yanına gelirken, aslında büyüdüğümü görebiliyorum. O zamanki minik, hayal denecek kadar olanaksız beklentilerden hiçbiri yok içimde, artık olanaksızlıkları kabullenecek kadar büyümüşüm en azından, kontrolsüzlükleri saymazsak evet büyümüşüm biraz. En azından bunu düşünmek biraz daha rahatlatıcı. Artık biliyorum ki herkes kendi aşkından sorumlu, artık biliyorum ki aşk iki kişilik değil bireysel bir olay, tüm dış dünyadan bağımsız, sadece kendi içinde yaratıp büyüttüğün, şekillendirdiğin, zaman zaman değiştirdiğin, törpülediğin, budayıp güçlendirdiğin ya da derinlere gömüp eskittiğin bir şey. Ben tamamen hayatımdan gidişinden sonraki altı-yedi yıl derinlerime gömmüşüm, orada unutup yokluğuna alışmışım, başka sevgiler, bambaşka duygular yaşamışım, başka heyecanlar, umutlar, acılar, belki -bir başka insanın aşk tanımına göre- başka aşklar yaşamışım. Şimdi unuttuğum yerde tekrar görünce hatırlamakta zorlandım, eski yoğunluğu değişmiş, ben büyürken o da başka bir olgunluğa erişmişti, ama yok olmamış. İşte bu yüzden benim için aşk o, yok olmamış, tükenmeye hiç yaklaşmamış bile...
İnsan birine aşık olmaz, insan kendi iç dünyasında aşkı yaratır, ben yıllar önce senin için yaratmışım aşkı içimde, gidişinle de kaybettiğimi sanıp bir köşede unutmuşum. Bambaşka şeyler yaşadım, çok daha gerçek ilişkiler yaşadım arada geçen zamanda, ama hiçbiri için onu tekrar yaratamamışım. Sana seni seviyorum ya da seni seviyordum diyemem, o bambaşka bir şey, ama sana aşıktım hatta aşığım diyebilirim, çünkü onu sadece senin için yarattım ben.
Senle hiçbir olanaksızlığı istemeden geliyorum yanına ve yine hiçbirini istemeden dönmek istiyorum. Bunun için, aradan geçen zamanda kat ettiğim yolu geri dönmemek için olanaklı olan şeyleri yaşamama izin yok, seni özgürce yaşamama izin yok, çünkü biliyorum ki elimdeki anı değerlendirir ve sonrasını düşünmeden yaşarsam geri dönerken içimde beklentilerim de olur ve kendime böyle bir yük taşıtamam, kendi canımı bu şekilde yakamam.
Yanına gelirken görüşmemizden tek beklentim eskilerden daha taze ufak bir anı, beni gülümsetecek küçük bir an, gözlerine bakıp kulaklarıma kadar kızardığım bir an, belki heyecanımı hissedip kalp atışımı duymandan tedirgin olacak kadar yakınlaştığımız, bir öpücükten, pek de masum sayılmayacak bir öpücükten, ibaret küçük bir an, daha fazlası yok. İstediğim sadece o heyecanları hatırlamak, belki de geri dönerken hiçbir şeyin beklentilerimi karşılamadığını ve aşkın tükenmeyen bir şey olmadığını öğrenmiş olurum,o zaman tüm bakış açımı değiştirmem gerekecek...